6 Ağustos 2019 Salı


"Müzik kariyerim"in kısa öyküsünü fırsat verildikçe anlatmayı seviyorum. Yakın çevremde olup bu öyküyü defalarca dinlemek zorunda kalan dostları sıkmak pahasına üstelik.  Burada, ilk uzunçalar albümümü edinmiş olan sizlere son kez ve kısaca anlatacağım. Hem belki böylece, bir müzik kariyerim olduğu konusunda kendimi ikna etmiş olurum.


Her şey 2016'nın Nisan ayında bir şeyler mırıldanmamla başladı. Sözler sözleri, kimi notaların üzerinde salınarak izledi derken. Sakin bir bahar gününde elime gitarı alıp, günlerce otobüslerde, vapurlarda sayıkladığım sözleri, beraberinde getirdikleri melodilerle sıraya dizince, "Sanırım şarkı yaptım" dedim. 'Eski Bahar Şarkısı', böyle ortaya çıktı. Bugün dinleyince, bu acemice heyecanı, akla ne gelirse cümlelere ve akorlara dökmüş olma halini barındırdığını anlıyorum. Ama bu hissi sevdim. Eşin, dostun dâhil olmasıyla kaydettim, paylaştım. Beklemediğim, ihtimal vermediğim bir güzel tepkiyle karşılaşmak bana aklımdan geçen başka sözlerin de şarkılarıma dönüşebileceği cesaretini verdi. 'Satır Satır' ve 'Sevdakeder' böyle doğdu. Birkaç yüz kişinin takip ettiği bir internet video kanalında, kendi imkânlarıyla kaydettiği birkaç şarkısı olan bir akademisyendim artık, hepsi bu.

Aylar sonra Pasaj Müzik'ten sevgili Abdullah Elaldı, sosyal medya üzerinden ulaştı bana. Görüşmek istiyorlardı. Gittim, tanıştık, görüştük. O gün oradan bir "şarkıcı" olarak çıktım, şimdi şimdi fark ediyorum. Bir süre sonra, son iki yılımı geçirdiğim Harems Stüdyo'da her şey yeniden başladı. Bir dinleyici olarak tanıyıp sevdiğim insanlarla birlikte çalışıyordum artık. Onların emekleri ve yetenekleriyle var olan şarkılar şarkıları, o şarkılara çekilen video klipler birbirini izledi. Elinizdeki albüm, işte bütün bu emeğin meyvesi.

Bu süreçte bana, şarkılarıma inanan, "Hayır, bence böyle bir maceraya atılmamalıyım" dediğim anda ellerimden tutup beni düştüğüm yerden kaldıran, adlarını bu sayfalara sığdıramayacağım ne çok insan var...

Burcu için ne yazabilirim ki? Her zaman olduğu gibi en büyük destekçim, yoldaşım, öykümü benimle birlikte yazan kişiydi. Yaptığım her şeyde tüm varlığıyla olması, en büyük mutluluğum. Üstelik ikimizin başladığı bu öyküye, oğlumuz Ali Yağmur dâhil oldu yolun yarısında. Her şey sevgiyle başlamıştı, sevgiyle sürdü...

                                    
'Satır Satır'la tanıştık Gözde Öney'le. Ama ne tanışıklık... Dostluğun anlamını en çok onun varlığıyla anladım sanırım. Bu albümdeki her adımda emeği, hemen her şarkıda güzel sesi, fikirleri, deneyimi ve iyi niyeti var. İyi ki...

Sevgili Gökhan Tümkaya, Hüseyin Çebişci, Efe Demiryoğuran, Evren Arkman ve bu albümde benim olmayan tek bestenin sahibi Deniz Bayrak, yol arkadaşlarım oldular. Gönüllerine, emeklerine sağlık.

Video klipleri çeken, elinizde tuttuğunuz sayfaları tasarlayan Selçuk Demirci, sevgili Cihangir Aslan, sevgili Saygın Akbudak, sevgili Özge Yılancı ve tabii Pasaj Müzik / Garaj Müzik ailesi... Çok çok teşekkürler.

Son olarak, bu albümde birlikte bir şarkı söylediğimiz sevgili Hüsnü Arkan'a; sesiyle, varlığıyla yaptığı katkıdan ve bir hayalimi gerçekleştirmemde bana el vermesinden dolayı teşekkürü borç biliyorum.

Her şeyin asıl şimdi başladığını düşündükçe heyecanlanıyorum. Bu heyecanla, müzikle örülmüş tanışıklık hissinin gelecekte daha da büyüyeceğini, kendi dünyalarımızın ortak duygularla birleşeceğini görüp kendimi mutlu ve şanslı bir insan sayıyorum.

İyi dinlemeler, müzik dolu yolculuklar...
Mahmut ÇINAR

9 Mayıs 2019 Perşembe


O bizim uyumsuz çocuğumuz...

Ahmet Kaya




Bir yanıyla bugünün insanıydı. Anlattığı her hikâye, yeni zamanların acılarına, umutlarına, mücadelelerine, zaferlerine ama en çok yenilgilerine dokunuyordu. Darbeyle, ihanetle, yalnızlıkla hayatları, gelecekleri ve geçmişleri ellerinden alınmış insanların "modern" kederini anlatıyordu.

Şehirliydi... 

Başımız beladaydı; yasal mermisiyle yaklaşan komiserden kaçıyor, eşkâlimizi gizliyorduk. Parlak bir geleceğin idealiyle atıldığımız deli yol bizi hep beraber yürüyeceğimiz özgür ve müreffeh geniş caddelere değil, kentin kaybolmuş çocuklara, orospulara, kaçaklara, bitirimlere ayırdığı arka sokaklarına çıkarmıştı. Kimimiz kayboldu, kimimiz geleceğe dair umudunu kutulara sakladı, kimimiz bu kez sadece kendisi için kurulabilecek rahat, konforlu bir geleceğin peşinden koşmak için şehrin parlak merkezlerine döndü.

Bazıları ise o sokakların kadim diline ses oldu. O dil Türkçelerden, Kürtçelerden azade, aslında bu ülkenin yoksullukla, hor görülmüşlükle büyümüş, doğduğu yahut ait olduğu coğrafyanın hangi meridyende olduğuna bağlı olarak kaderi çizilmiş evlatlarının anadiliydi. Ahmet Kaya bu anadili çoğumuz kadar, belki çoğumuzdan iyi biliyordu zaten. O dili bize öğretti, o dili konuşanlara tercüman oldu, o sokakların sakinlerine, o dille hikâyeler anlatabilmenin hazin heyecanını gösterdi.

Sevdalıydı...

Anladık ki, sanılanın aksine ceketlerinin iç cebine tabanca saklayanların o ceplerinde soğuk kabzaya bitişik sevdalar da saklanabiliyormuş. "O"nun bazen elini cebine sokup ikisine birden sarıldığını düşünmüşümdür hep. O tabancaya dokunduğu şarkılar, bugünün düne, varlığın yokluğa, hayatın "geçmiş"e dönmek üzere olduğunu anlatıyordu.  Oysa sevgi de aşk da yalnız geleceğin pencerelerini açar. "Bu ne yaman çelişki anne..."

Gerçekti...

Yeni zamanların insanıydı ya, yeni zamanların kurallarına hiç uymadı. Bu gösterinin tam ortasındaydı da bu gösteriden hiç haz etmedi. Eminim zira bunu hayatıyla gösterdi. Anlattığı öykü onun gerçeği oldu. "Onlar şarkı sonuçta..." deyip geçemedi; duygusunu hayatının gerçeği, hayatını şarkısının sözü kıldı. Bu yanıyla da bu çağa ait değilmiş gibi durdu hep.
Söylediği şarkıların, haykırdığı sözlerin kehanetini yaşayan kaç kişi biliyorsunuz?

Ben Ahmet Kaya'da hep bir "olmamışlık" bulurum. Yalnız anlattığı büyük hikâyenin hayal kırıklığına bağlanan sonu değil bana bunu hissettiren. Yalnız müziğini bir yerlere konumlandıramamanın tedirginliğiyle de söylemiyorum bunu. Onda hayatının baharında geleceği gözlerinin önünden uçup gitmiş, büyümesi sekteye uğramış, yaş almışların sözde olgunluğunun uzağına düşmüş bir gencin dünyasını görüyorum: Umutsuz ama âşık, öfkeli ama sevgi dolu, fevri ama özenli, küskün ama kucaklanan...

"Hırpalandım", "hapsedildim", "dövüldüm"," vuruldum" derken ne kadar küskünse, "Ellerini tutmazsam gülüm,yakarım geceleri" derken o kadar aşka, dolayısıyla hayata inanmış...

Eşsizdi...

Geçtiğimiz günlerin birinde birkaç müzisyen dostla şu soruyu sorduk kendimize: "Yeni bir Ahmet Kaya gelir mi?" Ben, Ahmet Kaya'nın gidişiyle doğan "sosyolojik" boşluğun henüz doldurulamadığını iddia ettim. Müzikte hem devrimci ve yeni laflar edebilen, hem müzikal olarak yeni bir ifade biçimi keşfeden hem de Ahmet Kaya kadar kitleselleşebilen, gruplar, görüşler, bağlamlar ve durumlar üstü bir figür henüz yok. Gezi'nin geride bıraktığı hava içerisinden çıkar mı onu da bilmiyorum. Ancak sözünü, O'nun zamanında söylediği özgünlükte söyleyebilen kim olacaksa büyük bir "vaka"ya dönüşecek, bunu biliyorum.

Ahmet Kaya bir "vaka"dır. Tanımlanamaz, sınırlandırılamaz, sınıflandırılamaz bir yerde duruyor. Kendisine yöneltilen eleştirilenin bazılarını olduğu gibi kendisine yönelen sevginin ve iltifatın çoğunu da hak ediyor. İstatistiklere göre, kullanıcılarının çoğunun onun müziğiyle o hayattayken tanışmaya yaşı yetmeyen gençler olduğu Youtube'da hâlâ en çok onun şarkıları dinleniyor.

Siyasetten uzak dertleri de, sevdaya yer bırakmayan yaşam gailesi de, ama cezaevleri de, ama sürgünler de, ve tabii her zaman olmamış sevdalar da yakamızı bırakmayacak, bunu anladık. Bunu anladıkça Ahmet Kaya'yı da, onun daha uzun yıllar boyunca hep "en çok dinlenen"imiz olacağını da gördük.

Aldık, kabul ettik, başımızın üstüne koyduk gözüm...


 Ahmet Kaya - Hoşçakalın Gözüm